FIÇIDAN ÖYKÜLER
Yazar adı: Theodor Storm
Çeviren: Nijat Akipek
Basımevi: Cumhuriyet, 1999
Türü: Öykü
ISBN: –
Sıra No: AVRU 099
Birinci baskıda “Üç Masal” başlığı altında yayımlamış olduğum aşağıdaki öyküler,
aslında iyi dostum olan bazılarınca salt bu başlık yüzünden okunmadan bir yana atılmak talihsizliğine uğramışlardır: O zamanki önsözde, ikinci parçanın daha çok zarif bir söylence biçiminde kendini gösterdiği, üçüncünün “özgün bir öykü” olduğu konusunda güvence vermem bile işe yaramamıştı. Her günkü alışılmış dünyayı, belki trenle gidecek yerde kanatlarla havada uçulan bir dünyayla değiştirmek, insanı o kadar yadırgatır ki… Bundan başka -pek haklı olarak- masal, saygınlığını yitirmiş, üstünkörü ve renkli resimlerle süslü yazılar sayesinde sürüm sağlamaya girişen birtakım genç heveslilerin konusu olmuştur; bu yazı türünde gerçek usta elinden çıkan birkaç masal da karışıklık içinde yitip gitmektedir.
Bu durum göz önüne alınarak, küçük kitap ikinci yolculuğuna başlarken daha az göze
batan bir ad verilmiş ve bunda, hâlâ eski zamanları yaşatan bir çocukluk anısı rol
oynamıştır.
Oyun arkadaşlarımızın en yiğitlerinden birisi, yoksul bir eskicinin oğlu ve yıllardan beri
belediyenin baktığı yetim bir çocuk olan “Haydut Hans”tı; haydut takma adını, en çok sevdiğimiz “hırsız-polis” oyunundaki üstün başarılarıyla herkesten çok hak ederek kazanmıştı. Bundan başka, bu mert ve şakacı çocuğun, çok beğendiğimiz bir yeteneği daha vardı.
Okul saatlerinden sonra, havanın çabucak karardığı o uzun güz akşamlarında, oyun
oynayamaz olunca, herhangi bir ev merdiveninin basamaklarında toplanırdık; işte öykü anlatmanın sırası o zaman gelirdi. Bunda da ustamız yine Hans’tı. Bizi kâh korkudan tir tir titrettiği, kâh kahkahalarla güldürdüğü garip öyküler kim bilir aklına nereden gelirdi. Bu öykü anlatma mevsiminde özellikle yurdumuzdaki halk inancının düşlemleri içimizde o kadar canlı bir durum alırdı ki, bir keresinde babamın ahırının damındaki delikten Cin’in dışarıya baktığını iyice gördük; av bıçakları ve çiçek herekleriyle silahlanarak Cin’e karşı her yandan boşuna bir sefere giriştik.
Masal dinleme yerimiz ne kadar gizli olursa, öyküler o oranda tatlı dinlenirdi. Saklı öykü
yerlerini yeğleme duygusu, özellikle beni her zaman saklanacak yeni köşeler bulmaya yönlendirirdi; bu aradaki en iyi buluşum, büyük, boş bir fıçı oldu. Bu fıçı, yazı odasına yakın, “Ambar” adını verdiğimiz yerde dururdu; kısa sürede, yalnızca benimle Hans tarafından ziyaret edilen kutsal bir yere dönüştü. Akşamları, hesap dersinden sonra, bunun içinde birlikte çömelir, yetecek kadar ufak mum artıklarıyla doldurduğumuz küçük el fenerini kucağımıza alır, fıçının üstünde bulunan birkaç tahtayla ağzını yeniden örterdik; böylece en gizli bir odacıkta karşı karşıya otururmuş gibi olurduk. Sonra, akşamleyin herkes yazı odasına giderken, fıçıdan bir mırıltı yükseldiğini işittikleri ve ara sıra ışık parıltılarının sızdığını gördükleri zaman, yaşlı yazman bunun nedenini iyice anlatamazdı.
Bu arada Hans’la ben nerelerdeydik? Yukarıya doğru yavaş yavaş yükselirken günlük
yaşamdan iyice ayrılırdık. Öyle ki, okulla ve dünyayla ilgili bütün tozlar rüzgârda dalgalanan giysilerimizden uçup giderdi. Biz, yükseklerin temiz havasını içimize çekerken, altımızda düzensiz çekimli fiilleriyle eski kolej, yetim çocukların yataklarının durduğu kötü kerpiç zeminli sağır mahzen, derinliklerin sisi içinde kalırdı.
Ne var ki, kulede saat yediyi çaldığı zaman avlu kapısından beni akşam yemeğine çağıran
hizmetçi kızın soprano sesi, yukarıya, bize kadar bile gelirdi. O zaman kendimizi birdenbire gene dar fıçımızda oturur bulurduk; fıçının yanları çatırdayıncaya kadar bir kez daha gerinir, sonra kenarına tırmanarak günlük yaşama dönerdik: Ama bundan sonra daha uzun süre, içimizde bu dünyadan olmayan bir ışık bulunduğunu herkes yüzümüzden okuyabilirdi.
O zamandan bu yana kırk yıl ve daha da uzun bir süre geçti. Benim Haydut Hans’ım
garip bir şansla, yaşlılığında bir kez daha belediyenin baktığı yetim bir çocuk oldu.
Acaba bir ölümlü olduğu halde o bölgelere çok fazla mı uçmuştu? Şu yaşadığımız
dünyaya, bir çeyrek yüzyıl, çalışkan bir gemi dülgeri olarak hizmet ettikten sonra hastalandı, uzun yıllar bu dünyada rahatını bulamadı. Böylelikle bir düşkünler evine girdi. Ama yavaş yavaş yine iyileşti, şimdi rahatı yerindedir; kendi isteğine göre, hoşnut bir durumda, iyi çalışmaktadır; gerçi karısını çoktan gömmüştür; ama çocuklarının uzakta iyi bakıldıklarını bilir. Şimdi kırlaşmış saçlarıyla kırmızı, mert yüzü karşıma çıktığı zaman, eğilerek birbirimizi selamlarız: Kara gözleri sanki bana: “O zamanlar fıçıda nasıl oturduğumuzu hâlâ anımsıyor musun? Bunu yalnızca ikimiz biliriz, değil mi? O ne güzel günlerdi!” demek istermiş gibi alaylı alaylı parıldar.
İşte bu yeni “Fıçıdan Öyküler”in, eskileri kadar güçlüolup olmadığını iyiliksever okuyucu bakalım şimdi bir denesin! Yolculuk fazla uzun sürmeyecek ve yeni zamanımızın pratik kafalarını, baş dönmesine uğratacak kadar yükseklere çıkılmayacaktır.
Theodor Storm
Husum, Mart 1873